Trump’ın ikinci dönemine dair işaretler, mevcut küresel düzenin temel taşlarını sarsmakla kalmıyor; aynı zamanda bazı gerçeklerin çok daha çıplak, çok daha sert bir biçimde görünür olmasına da vesile oluyor. ABD’nin en köklü eğitim kurumlarından Harvard’da yaşananlar da bu büyük yön değişikliğinin adeta küçük bir simülasyonu niteliğinde.
Trump’ın ilk hedefi, neoliberal paradigmanın sembolik dayanaklarından biri olan ESG (çevresel, sosyal ve yönetişimsel kriterler) oldu. Sürdürülebilirlikle sıkça karıştırılan bu kavramın, teorik çerçevesi ile pratikteki uygulamaları arasındaki tutarsızlık gün geçtikçe daha fazla göze çarpıyor. Özellikle eşitlik, çeşitlilik ve kapsayıcılık (DEI) başlıkları altında şekillenen uygulamaların, zamanla bir WOKE kültürüne evrilerek kendi içinde yeni eşitsizlikler doğurduğuna dair ciddi tartışmalar var. WOKE Kültürüne yönelik daha önce bir yazı kaleme alsam da ve bu yazının konusu doğrudan bu olmasa da, ESG’nin bugün geldiği noktanın eleştirel bir değerlendirmeye muhtaç olduğunu vurgulayarak konumuza döneyim.
Trump’ın ikinci hedefi, küresel düzeni yeniden hizalarken izlediği merkantilist diplomasi. Uluslararası ilişkileri yalnızca ekonomik çıkarlara endeksleyen bu yaklaşım, “paranın izini sürerek” sistemin nihai olarak Siyonist hedeflere hizmet ettiğini ima eden bir pozisyonla da örtüşüyor.
Bu bağlamda, Trump yönetimi başta Harvard olmak üzere pek çok üniversiteyi; Filistin’e destek için düzenlenen kampüs protestoları ve DEI politikaları sebebiyle federal fonlarını kesmekle tehdit etti ve etmeye devam ediyor. Hatta uluslararası öğrenci kabulünü durdurduklarını dahi açıkladılar. Neyse ki Boston Bölge Yargıcı Allison Burroughs, İç Güvenlik Bakanlığı’nın bu kararını geçici olarak durdurdu. Ama Trump bu, durmadı tabi.. Ardından Oval Ofis’te yaptığı açıklamada, Harvard’a ödenen milyarlarca dolara dikkat çekerek, “Ne kadar saçma değil mi? Milyarlarca dolar… Ayrıca bağışları 52 milyar doları buluyor,” diyerek üniversitenin finansal büyüklüğüne vurgu yaptı. Bu çıkışını, Harvard’ın “yöntemlerini değiştirmesi gerektiği” yönündeki açık mesajla da tamamladı.
Bu sürecin başında, Adalet Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ve Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı’nın iş birliğiyle “Antisemitizmle Mücadele Görev Gücü” oluşturulmuştu.
Oysa 7 Ekim 2023’ten bu yana geçen sürede, Gazze’de 54 bine yakın insan –ki bunların önemli bir kısmı kadın ve çocuk– İsrail’in saldırıları sonucunda hayatını kaybetti. Yaralı sayısı bunun iki katı. Gazze toprağının altı artık sadece enkaz değil; mezarlarla dolu. Ve bu bir iddia değil, sayısız uluslararası raporun doğruladığı bir gerçek.
Ben, Trump hükümetini burada doğrudan suçlamaktan ziyade, onun döneminde bazı gerçeklerin daha görünür hale geldiğini düşünüyorum. Zira NYT’nin de belgeleriyle ortaya koyduğu gibi, Biden hükümeti aylar boyunca İsrail’e çok yüksek tesirli bombalar sağladı. Buna karşın Trump’ın, Netanyahu’yla olan ilişkisinin hiçbir zaman çok sıcak olmadığı, hatta BAE ziyareti sırasında Gazze’deki çocukların açlıkla mücadelesine dair hassasiyet gösterdiği de biliniyor.
Ama eğer mesele bağışlar ve ekonomik çıkarların korunmasıysa; ve bu çıkarlar, Gazze’de süregiden soykırımın dünya kamuoyu nezdinde yarattığı negatif algıdan daha önemli görülüyorsa…
O zaman “Antisemitizmle Mücadele Görev Gücü”nün ismini doğrudan “Toplumsal Antipatiyle Mücadele Gücü” koymak çok daha dürüst bir adım olurdu!
Çünkü ortada, açıkça işlenen bir insanlık suçu varken, buna karşı üniversite kampüslerinde düzenlenen barışçıl protestoları “antisemitik” olarak nitelendirmek, vicdanı susturmanın en tehlikeli biçimidir. Bu eylemler, antisemitizm değil; olsa olsa insan kalabilmenin doğal bir sonucudur – tıpkı Harvard’da, Columbia’da, Madrid’de, Mexico City’de ve dünyanın herhangi bir vicdanlı köşesinde olduğu gibi…